Ana içeriğe atla

Siyah Camın Ardında Yaşananlar....

Bir yol... Akıp giden insanların doldurduğu bir yoldu benim yaşadığım şehir. Dışardan içi dopdolu görünen, ancak içinde boşlukların yer aldığı bir dünyaydı. Zaman dolduramıyordu o boşlukları. Ben sadece adımlar atıyordum emekler gibi... Savrulmadan rüzgarın esintisinde tutunmaya çalışıyordum bulunduğum meydanın tam ortasında, belki kenarında, belki de en köşesinde...

Bir gündü. Öylesine geçen bir gün... Metronun merdivenlerini hızla çıkıyordum. Her zaman ki gibi çıkıyordum. Az biraz telaşım vardı; yetişmeye çalıştığım dersin hızlı yürüyüşleri üzerime yapışmıştı. Soluğum soğuk havanın etkisinde buharlar çıkartırken, yürüdüğüm yolun bir noktası beni her zaman ki caddeye çıkardı. Hızla, ama çok hızla giden o saçma sapan arabaların arasından kendime bir yer bulup, yoluma devam etmek için kafamı çevirdiğim sağ kolda gözüme ilişen bir can, çırpanıyordu. Ben ne zaman depar alıp koşmaya başladım; o yol ne ara kısaldı hiç bilmiyorum. O hızla saçma sapan arabalardan birinin çarpmasıyla o küçücük bedenini havaya can çekişmesinden dolayı sıçratan bir kediciğin yanında aldım soluğu. Bana araba çarpar mı? Etrafta kim var görmedim. Elimi onun o güzelim bedenine doladım. İki elimle kavradığım o korkmuş ve yaralanmış bedenini, bir an önce tedavi ettirebilir miyim diye her şeyi sildiğim gözlerimden bir panikle veteriner aramaya başladım. Yüreği, o yaralı yüreği atıyordu hızlı hızlı. Güzel bir kediydi. Belli ki bir süre önce doğum yapmıştı. Anneydi. Yavruları neredeydi? Onlara mı gitmek istiyordu hiç bilmiyorum... Sadece onu yaşatabilmek vardı düşüncelerimin arasında. Ancak yakınımdaki her iki veteriner hekimde henüz gelmedikleri için çaresiz kaldım. Sonra baktık ki 10 dakika içinde, evet maximum 10 dakika içinde avuçlarımın arasından çırpınışlarımın arasından kayıp gitti o minik canı. Gözlerinin feri söndü... Onu veterinerde bırakırken avuçlarımda sadece titremelerim kaldı... Anlık, kesik titremeler... 


Ruhum boşalmıştı adeta. Aynı caddeye iki adım ötedeydim. Katil cadde, katil insanlar... O arabaların arasından geçerken isyanım vardı. Caddenin bitimi beni Parka çıkarttı. Kedilerin, köpeklerin, güvercinlerin yaşam yeriydi orası. Hepsi doluydu meydanın içinde bir yerlerde. Birkaç adım attıktan sonra birden uçan güvercinlerin arasından bir ses duydum. Geriye dönüp baktığımda bir güvercin bir kedi tarafından kapılmıştı. Bir Belediye görevlisi koştu hızla kuşu kurtarmak için. Elleriyle kaptı da kedinin ağzından o minicik başka yüreği... Ama ne fayda elinde büktü boynunu saniyesinde. 

Birden soluğum kesildi... Bir ürperti oluştu derinlerden gelen. Yürüdüğüm yollarda ayağımdan kayıp gider oldu o  kaldırımlar... Arka arkaya bu kadar yakından gelir geçer miydi ölüm? Ölüm seni teğet geçer miydi? Ölüm aslında bu kadar içimizde değil miydi? Bu kadar gerçekçi ve de savunmasız halde beklemez miydi seni? Beklerdi elbet. İşaretler... Yaşamın her biri birer işaretti. Sana anlattıklarını dinlemen gerekirdi. Dinlemek gerekirdi onu... 

Az önce ben bu yazıyı yazarken bir arkadaşım okuduklarını paylaştı benimle. Konsept, ölüm! Dedi ki; "Kimse yarını bilmiyor. Bilmedikleri için çaba sarfediyolar, koşturuyorlar falan... Yarını bilmeden... Ama aslında bildikleri tek şey yarınla ilgili ölüm. Peki bildikleri bu şey için ne yapıyorlar?"

Hepimiz yarın başımıza gelecek olan bir tek olaslığın aslında farkındayız. Kapımızı ansızın ne zaman çalacaksa bu sonuç, kararma ve soluğun tükendiği noktada bizi bulacak. Yaşam içinde sürekli bir yerlere koşturuyoruz. Çoğu zaman saçma sapan şekilde ve amaçsızca. Şu kadar eminim ki eğer benim gibi dünyayı farketmek ve onu daha çok tanımlamak isteyen biri değilsen, o kediyi gördüğünde belki de yürüdüğün o yol çizgisinde ileri doğru adım atmaya devam edecektin. Bu bir doğa kanunu diyerek, bir kedinin ölümü, bir başka kedinin bir kuşun ölümüne sebep olmasını karamsarlık çizginden çık, gerçek bu, gerçek dünya bu diye bana söyleyecektin. Belki diyorum... Belki de bunu yapmayacaktın. Ya da böyle düşünecektin; ama kayıtsız kalmayıp, benim gibi atlayacaktın paldır küldür kurtarmaya. 

Gerçekten ne için yaşıyorum biz bu dünyada? Niye varız? Varlığımız neye hizmet ediyor? Sorgulamayı bıraktığımız bir toplumun aynası gibi etrafımıza neler dağıtıyoruz; hangi enerjileri açığa çıkartıyoruz? 

Ben tüm bunları yaşadıktan sonra çalışma alanına adım attım. Ruhum dengesini kaybetmişti adeta. Yere uzandım. Bedenimi, ruhumu dinlemeye başladım. Aslında ne kadar savunmasız ve ne kadar değersiz olduğunu farkettim. Gene aynı arkadaşımın dediği gibi bedenlerimiz giydiğimiz kıyafetler gibi cansız ve değersiz. Onlar sadece birer taşıyıcı ya da kapatıcı. Ruhu örten bir oluş. Peki ruh? O neler söylüyo? Dinle ruhunu şimdi sevgili hey okur! Sana belki karamsar geldi bu yazı; belki saçma, belki değerli, belki de konduramadın bu yazıyı bir yerlere. Ama ne düşünmüş olursan ol, yaşamın ve ruhunun sana neler hissettirdiğini ve içinde neleri temizlemen gerektiğini bul. Fazlalıklarını atmaya başla ruhundan. Söyle hayat sence ne kadar adil? O siyah camın ardında neler yaşanıyor kimse bilmeden aslında?


BURCU ÖZDER

Yorumlar

Justhe dedi ki…
yazıyı okurken tüylerim diken diken oldu. her şeyi bir yana bırakıyorum ve o caddenin "katil cadde" olduğu konusunda sizinle aynı fikirde olmaktan kendimi alıkoyamıyorum. bir karıncayı ezmeyeyim diye bale yapan ben ve bir kuşu yaralandı diye boğazlayıp kafasını avcunun içine alan bir adam. yok, kimse "gelecek olan yarının, gidebilecek olabilme ihtimali"ni varsaymıyor. veyahut işlerine gelmiyor.
Burcu ÖZDER dedi ki…
Paylaşımınız için teşekkür ederim. Elbetteki bazı olaylar başka şeyleri tetikler. O yüzden hayatın aslında bizimle paylaştığı gizli işaretleri dediğim gibi görmek gerek. Neden ve sonuçlar...

Hayatta bazen bir konuda mızmızlandığınızda size sizden daha zor durumda kalmış bir insanı, canlıyı çıkarttı mı hiç? Ben de onu da yaptı. O an işte o an düşündüğüm aklımdaki her neyse o karamsar mızmızlanmadan uzaklaştım. Ve öyle bir an geldi ki “Şükür” demenin o güzel manasını anlamaya başladım. Şükür; ne güzel bir kelime. Sağlığın için şükür, ailen yanındaysa ve sağlıklıysa şükür, elin dkmek tutuyor ve ayakların üstünde durabiliyorsan şükür... şükür ki görebildiğin için tüm renkleri, ağaçları, etrafında olanı biteni... Şükür ki duyabildiğin için yaşamın sesini... Unutuyoruz ama yüm bunları ama zaman zaman. Yapmamak gerek.

Hayat artık biliyorum ki yazınızda da paylaştığınız gibi belki bir süre üzüleceğim bir olayı bana yaşatmışsa daha kötü sonuçları olabilecek başka bir konudan beni uzaklaştırmış demektir. Bu yüzden de yine çok şükür ��

Bu blogdaki popüler yayınlar

HOŞGELDİN 35'İM!...

En güzel baharım; yazım; kışım; sonbaharım... 35'im; hoşgeldin hayatıma!  Şu an tam da saatler 00:00'ı gösterdiğinde ben yepyeni bir döneme geçiş yapmaya başlamış oluyorum. Öncesi benim için bir hazırlanıştı... Bir doğuş, bir büyüme, bir kendini tanıma, bulma ve onu tekrar baştan yaratma... Şimdi yaşamın gerçek yüzüyle tanışmaya hazırım. Bütün deli çağlarımı az biraz geride bırakıyorum. Amaaaa... Çocukluğumu asla! Çünkü o çocuk ruhum beni hep ayakta dinç ve masum tutan yegane şey... O benim için en önemli değer! Sen hep benimle kal olur mu?  35 yaşım; seninle şimdi yeni bir yolculuğa çıkmaya hazırlanıyoruz. Tüm renkleri yanımıza alıyoruz; lakin bana en çok yakışan bundan sonra mor; biliyorum... O mor renk, bana tutkuyu, arzuyu ve tüm istediğim şeyleri verecek olan bir temsilci. Çünkü artık zamanın peşinden koşmayacağım; onun yanında yürüyerek hayatı yaşayacağım. Daha olgun ama daha cesur, kalbinin sesini duyan ama mantığıyla harmanlayan bir "BEN" , kendini ke...

Kırık kalbin hikayesi...

Günün birinde kalbin biri yaralı olarak bir savaştan kurtulmuş. Yarini tam bulduğunu sanırken, avuçlarının arasından kayıp gittiğini görmüş. O gün bugündür işte o yaralı kalp, göğsüne saplanan oku, hiç çıkartmayacağına karar vermiş. Ve hikayesi o saatten sonra başlamış... Bu bir kırık kalbin hikayesi... Gözünden hiç yaş damlası eksik olmamış kalbin. Sarılı yarasıyla eksik kaldığını hep bedeninde hissediyormuş. Çünkü kalp tamamlayacağı yolda artık yalnızmış. Ne yapsa da ne etse de hiçbir şeyi geri döndüremezmiş. Aksak ayağıyla yürüdüğü yollarda hep anıları onu takip eder olmuş. Elinde veremediği bir çiçek, yatağının yanında aşkının fotoğrafı ona miras kalmış. Yaralarını sarmak isteyen dostlarını hep tersler olmuş. Sırf bu yüzden de aksi nalet biri olarak anılmaya başlanmış. Onun bu hali dilden dile dolaşır olmuş; ama ona ne ki, bizim yaralı kalbin hiçbir şey umrunda değilmiş. Bir tek o ok, onun tek tesellisiymiş. Çünkü her şey onunla başlamış ve onunla son olmuş.  Kalp, günlerden ...

Geçmişten günümüze çıkma telifi!

En masumu, en hislisi, en güzeli sanırım bu olsa gerek; çıkma teklifi. Ne heyecan yaratır insanın tüm bedeninde. Elleriniz terler, kalbiniz güm güm atmaktadır. Hoşlandığınız kızın bir türlü gözlerinin içine tam anlamıyla bakamazsınız; sanki bakma hakkınız yokmuş gibi hisseder aklınız. Ayaklarınız ona bir adım ileri giderken, bir adım geriler. Sonra bir bakmışsınız ki hiç farketmeden aslında onun karşısına geçivermişsiniz. İşte o an... Duygularınızın dile gelmesi gereken an... Artık ikiniz karşı karşıyasınız. İşte geçmişten günümüze çıkma teklifi! Çok eskilere gidelim şimdi. Osmanlı döneminde çıkma teklifi yapılmazdı herhalde diye düşünürsünüz. Hayır, bilakiz o dönemlerde de varmış bu teklifler. Bakınız nasıldı isterseniz bir hatırlayalım. Osmanlı zamanlarında eğer bir adam bir kadından hoşlanıyorsa, onun karşısına geçer ve dermiş ki; " Ey dilberi rana! Ey tesadüf-ü müstesna! O mahrem suratınızı görünce size lahza-i kalpten sarsılmış bulunmaktayım. Niyetim acizane-i taciz etmek de...