Ana içeriğe atla

Bahaneler, Gerçek ve Sen

Hayatta hep bahaneler üretmek huyumuzdur. Nefes aldığımız sürece sürekli olarak yeni bir şeyler üretip, onu da her fırsatta öne süreriz. Kim bilir nelerin boşluklarını doldurmak için yapıyoruz bunları. Zaten bizim için önemli kısım da nedenlerinden çok, o toprağı üstüne örtüp örtmediğimizle ilgili değil mi?

Bazı konularda saplantılarımız oluyor. İnatla üzerine gitme isteği ve devamlı  olarak eşelemeye çalıştıklarımız, bir süre sonra gerçekten can sıkıcı bir hal alabiliyor. Onun yerine oluruna bıraksak her şeyi ya da hayatı belki de işimiz daha da kolaylaşacak. Biraz huzuru kendimize çok görmesek nasıl olurdu acaba!..


Huzur... Tek kelime ile "imkansızı başarmak" denilmekte kendisine. Çünkü nice insanlar onun kıyısından geçip gitmiş ve dönüp de ben ne kaybettim diye sormamıştır kendisine. Oysa ki yaşamında en değerli olan şeyi "Huzuru" kaybetmenin dayanılmaz acısını yaşamaktadır; ancak kendisi bile onun adını tam olarak bilememektedir. Nefes aldığımız her saniyenin kendimize verilen bir vicdan hesaplaşması olduğunu sanırız. Ne var ki hayat bize verilmiş en büyük nimettir. Çoğu zaman elimizi uzattığımız her bir canlıya aynı ölçüde de  onu iterek ters tepkide bulunmuşuzdur. Bilmeyiz ki hepimiz aynı toprağın üstünde yaşamakla yükümlüyüzdür sadece. 

Hayat, bahanelerini al bir çuvala koy ve salla bilmediğin uçsuz bir noktaya dediğin o kusursuz cümlelerinden uzaklaştığın bir süreç adeta. Yalnız kalmak zorunda olduğun ve kendini bir adanın ucunda bulduğun, aynı zamanda sesini duyuramadığın tek nokta. Sonsuz uçurumların sana doğru koştuğu eşsiz bir yer. Kabuslarının gerçeğe dönüştüğü bir rüya. Seni sen olmaktan alı koyan birçok sebep. İşte hepsi içinde sonsuz "Huzursuzluk" ve "Bahaneler"  seninle arkadaş olmakta. 

Şimdi sana önerim; dur ve düşün. Hayattan beklentin bahaneler mi yoksa gerçekler mi? Kalmak mı yoksa Uçmak mı? Eğer kararın ikincisi ise o zaman durma koşmaya başla. Çünkü zaman senin için akıyor hayatta! :)


BURCU ÖZDER

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

HOŞGELDİN 35'İM!...

En güzel baharım; yazım; kışım; sonbaharım... 35'im; hoşgeldin hayatıma!  Şu an tam da saatler 00:00'ı gösterdiğinde ben yepyeni bir döneme geçiş yapmaya başlamış oluyorum. Öncesi benim için bir hazırlanıştı... Bir doğuş, bir büyüme, bir kendini tanıma, bulma ve onu tekrar baştan yaratma... Şimdi yaşamın gerçek yüzüyle tanışmaya hazırım. Bütün deli çağlarımı az biraz geride bırakıyorum. Amaaaa... Çocukluğumu asla! Çünkü o çocuk ruhum beni hep ayakta dinç ve masum tutan yegane şey... O benim için en önemli değer! Sen hep benimle kal olur mu?  35 yaşım; seninle şimdi yeni bir yolculuğa çıkmaya hazırlanıyoruz. Tüm renkleri yanımıza alıyoruz; lakin bana en çok yakışan bundan sonra mor; biliyorum... O mor renk, bana tutkuyu, arzuyu ve tüm istediğim şeyleri verecek olan bir temsilci. Çünkü artık zamanın peşinden koşmayacağım; onun yanında yürüyerek hayatı yaşayacağım. Daha olgun ama daha cesur, kalbinin sesini duyan ama mantığıyla harmanlayan bir "BEN" , kendini ke...

Kırık kalbin hikayesi...

Günün birinde kalbin biri yaralı olarak bir savaştan kurtulmuş. Yarini tam bulduğunu sanırken, avuçlarının arasından kayıp gittiğini görmüş. O gün bugündür işte o yaralı kalp, göğsüne saplanan oku, hiç çıkartmayacağına karar vermiş. Ve hikayesi o saatten sonra başlamış... Bu bir kırık kalbin hikayesi... Gözünden hiç yaş damlası eksik olmamış kalbin. Sarılı yarasıyla eksik kaldığını hep bedeninde hissediyormuş. Çünkü kalp tamamlayacağı yolda artık yalnızmış. Ne yapsa da ne etse de hiçbir şeyi geri döndüremezmiş. Aksak ayağıyla yürüdüğü yollarda hep anıları onu takip eder olmuş. Elinde veremediği bir çiçek, yatağının yanında aşkının fotoğrafı ona miras kalmış. Yaralarını sarmak isteyen dostlarını hep tersler olmuş. Sırf bu yüzden de aksi nalet biri olarak anılmaya başlanmış. Onun bu hali dilden dile dolaşır olmuş; ama ona ne ki, bizim yaralı kalbin hiçbir şey umrunda değilmiş. Bir tek o ok, onun tek tesellisiymiş. Çünkü her şey onunla başlamış ve onunla son olmuş.  Kalp, günlerden ...

Geçmişten günümüze çıkma telifi!

En masumu, en hislisi, en güzeli sanırım bu olsa gerek; çıkma teklifi. Ne heyecan yaratır insanın tüm bedeninde. Elleriniz terler, kalbiniz güm güm atmaktadır. Hoşlandığınız kızın bir türlü gözlerinin içine tam anlamıyla bakamazsınız; sanki bakma hakkınız yokmuş gibi hisseder aklınız. Ayaklarınız ona bir adım ileri giderken, bir adım geriler. Sonra bir bakmışsınız ki hiç farketmeden aslında onun karşısına geçivermişsiniz. İşte o an... Duygularınızın dile gelmesi gereken an... Artık ikiniz karşı karşıyasınız. İşte geçmişten günümüze çıkma teklifi! Çok eskilere gidelim şimdi. Osmanlı döneminde çıkma teklifi yapılmazdı herhalde diye düşünürsünüz. Hayır, bilakiz o dönemlerde de varmış bu teklifler. Bakınız nasıldı isterseniz bir hatırlayalım. Osmanlı zamanlarında eğer bir adam bir kadından hoşlanıyorsa, onun karşısına geçer ve dermiş ki; " Ey dilberi rana! Ey tesadüf-ü müstesna! O mahrem suratınızı görünce size lahza-i kalpten sarsılmış bulunmaktayım. Niyetim acizane-i taciz etmek de...