Sisli bir sabah... Vapurların denizin üstünde gezmediği, kuşların görünmediği, ağır bir is kokusunun havaya hakim olduğu bir pazar sabahı uyandım güne.
Gözlerimi ovuştururken, üzerimdeki sabahlığın parçalanmış eteklerini farketmiyordum; ya da sökülen kollarının uçlarını. Küçük bir penceresinin olduğu, turuncuya boyalı dolaplarımın bulunduğu mutfağıma doğru yol aldığımda niyetim sadece sert bir kahve yapmaktı. Ancak içine girdiğimde gözüme bir gece evvel ki mutfak masasının kenarında oturan ve ağlayan adamın silüeti dokundu. Sandalyenin arkasında kalmıştı; o çok sevdiği kadının ona ördüğü mavi atkı. Oysa onu, yanından bile hiç ayırmazdı. Hatta bir gece, çok büyük bir kavganın sonrasında evi terkeden aşkının ardından o atkıya sarılıp, yatağına yattığını anlatmıştı bana. Onu çok severdi; ama bu kez onu burada unutup gitmişti. Belki nerede unuttuğunun bile farkında değildi. Ya da farkındaydı... Peki bu onun için iyi miydi? Bilmiyorum... Bunun cevabı bir tek onda saklı.
Dün gece ben bu adamın gözlerine dokundum. Sözleriyle yüreğime kazınan cümlelerini dinledim. Bahsi geçen kadının ona ne kadar ızdırap verdiğini tek tek aklımın bir köşesine yazdım. Hepsi şu an sanki önümde bulunan beyaz bir kağıda karalanmış karmaşık cümleler gibi durmakta. İçini ısıtması için verdiğim çayın bile tesir etmediği anları yaşadım onunla birkaç saatlik süreçte. Sadece o anlattı; ben dinledim. Ben dinledim; o anlattı...
Dokunulmayan yüreğine farketmeden elimi sürdüm. O mutsuz ve de umutsuz bir adamdı. Yaşının verdiği tecrübesizlikler zincirinden hala kurtulamamıştı. Oysa farkındaydı bazı şeylerin. Ancak anlamak istemiyordu. Anlatmak da aslında... Sanırım ben zorluyordum onu. Bitmek bilmeyen hikayesinin baş kahramanıydı. Öbür kahraman tozlu rafların arasındaki bir yerde, bir kitabın içindeki isim de kalmıştı. Saklıydı o... Kalın kalın sayfaların yer aldığı bir kapağın hemen altındaydı. Belki çözülmeyi veya anlaşılmayı bekliyordu. Ama adamın bir türlü dili dönmüyordu ki... Neyi, nereden anlatmaya başlasın bir türlü bilemiyordu. Elimi uzattım; ve "tut" dedim; sessizce ve derinden. "İnan, benim sana inandığım kadar, sen de kendine inan" diye sözlerimi ekledim. Öylesine buğulu gözleriyle baktı yüzüme. Sanki bir şey diyecekti de diyememenin verdiği bir boşluktaydı adeta. Gülümsedi inceden inceye. Sıktı avuçlarının içine aldığım parmaklarımı. Sımsıkı gücümden güç alırcasına...
Birden bir rüzgar esti. Hemen arkasındaki balkona açılan kapının aralığından gelen küçük bir esinti, onun ürpermesine neden olmuştu. Hiç vakit kaybetmeden kalkıp, biten çayını tazeledim. En azından içi ısınsın istedim. Niyetim, küçük de olsa onun için bir şeylerin yolunda gitmesiydi. Fakat diğer bir yandan sürekli olarak acaba onu kendi haline bıraksam daha mı iyi olur diye düşünmüyor da değildim. Belki de o yalnızlığı ve de acısıyla başbaşa kalmak istiyordur diye içimden geçiriyordum. Evet, düşünüyordum; ama bu düşünceminde hiç destekleyici bir tavrını takınmıyordum. Sanırım ben de kendime yenik düşmüştüm. Karşımdaki adam başkaydı. Her haliyle bambaşka...
Zaman ilerledi. Gün ağırmaya başlamıştı. Sarhoş naralarını duyuyorduk her ikimizde. Cumartesi eğlencesinden dönen gençlerin birbirlerine yaptıkları şakalar çınlatıyordu; bomboş sokakların kaldırımlarını. Adımları bile çok sertti. Pat, pat, pat pat... Koşuyorlar mıydı yoksa bir melodi mi kendilerince uydurmaya çalışıyorlardı anlamamıştık. Zaten onları anlamaya yetecek akılda kalmamıştı bakmayın aslında her ikimizde de. Tüm gece ben karşımdaki adamın dinletisini kulaklarımda hissettim. Yüreğinin derinlerindeki derdini dinledim. Sesinin ilk defa bu kadar net çıktığını gözlerimle gördüm. Şaşırmadım mı? Hayır, aslında bu kadar dolmuş olan bağrından kopup gelen bağrışlardı hepsi. Hatta biliyor musunuz? Şu sokaktaki çocukların bile bağrışlarından emin olun daha çok bağıran bir sesti onun ki...
Adam sevdiği kadını bana anlattı bütün gece. Sonra da aynı kadının onu nasıl terkettiğini... Yaralıydı; yaralı bir kuş misali. Nereye konacağını bilmeyen bir ruh içindeydi. Öylece olduğu yerden doğruldu. Boynundaki atkı, boğazını çok sıkmıştı ki onu daha önce sandalyenin arkasına koyduğunu bile farketmeden oracık da unutarak mutfaktan dışarı çıktı. Portmantoda asılı olan montunu aldı. Giyerken elleri titriyordu. Dolabı açıp, içinden ayakkabılarını çıkartıp, uzattım ona. Aldı; ve kapıya doğru ilerledi. Eğilip bağcıklarını bağladıktan sonra doğruldu ve her şey için bir kez daha teşekkür etti. Onu dinlemem iyi gelmişti ona, öyle dedi. Yanağına bir dost olarak küçük bir öpücük kondurdum; ve kendisine dikkat etmesini söyledim. Çünkü o benim en iyi dostumdu. Onu üzgün görmek istemiyordum. Adam gitti; kapı kapandı. Sonra salondaki kanepede öylece uyumuşum. Uyandığımda aslında saatin çok da ilerlemediğini farkettim. Oysa uykum bana asırlar geçmiş gibi uzun gelmişti.
Puslu güne açılan gözlerimi daha çok ayıltmak için gittiğim mutfaktan kahvemi aldım. Pencerenin kenarına gittim. Dışarıyı seyre daldım. Uzaktaki denizin kokusunu duymaya çalıştım bi bakıma... Tertemiz havayı soludum tek bir nefesle. Sonra gün geçti... Gece oldu. Yatağıma doğru yol aldım. Bir gece öncenin uykusuzluğu ve de yorgunluğu hala bedenimi tırmalamaktaydı. Sessizce girdiğim yatağımın içi buz gibiydi. O yüzden kıvrıldım bir kenarda. Öylece hemen dalmışım.
Geceyarısı... Birden yatağımdan sıçradım. Telefon mu çaldı? Öyle duydum sanki, telefon çaldı evet. Sonra panik havasını atlattığımda farkettim ki çalan telefon falan yoktu. Kabus görmüştüm. Çalan telefon aslında o kabusun içindeydi. Hani dostum belki unuttuğu atkısını gelir alır diye sanırım panik atak olmuştu bende. Onun için çok önemliydi ya bir yerde o atkı. Onu çok severdi ya... Geri yattım yatağıma. Eskiden olsa bomboş yatakta yanımdaki ikinci yastığa sarılırdım. Ama bu kez mavi atkıya sarıldı ellerim. Sımsıkı ona sarıldım; ve öylece gözlerimi kapattım.
Ben bir adam tanıdım... Sevdiği kadını artık tanıyamaz olmuş bir adam. Kadın değiştiğinden, kendisini terkedilmiş gibi gören bir adam... Ondan nefret etmek istemediği için de gitmeyi seçmiş bir adam... Birbirlerinin bir zamanlar en iyi dostu, arkadaşı, sevgilisi, kardeşi, eşi olmuş olan bir adam ve bir kadın tanıdım. Dostluğumuz ölünceye kadar baki kaldı. Yitip giden karşısındaki kadını ve aşkını anlattı o gece, o adam bana. Ve ben sadece dinledim adamı, en iyi dostu olarak.
Ben bir adam tanıdım... Adam gitti; kadın geride kaldı. Adam gitti; kadının ona ördüğü mavi atkı geride kaldı. Ve o mavi atkı, kadının en değerli kıymetlisi olarak, sevdiği adamdan kalan tek yadigar olarak ölünceye kadar yatağının hep başucunda kaldı.
Yorumlar