Zamanın ilerisinde bir dünya varmış... Gözlerden uzakta herkesin kendi başına buyruk yaşadığı, dünyanın tüm nimetlerinin bol bol olduğu, düşmanlığın bulunmadığı bir zaman dilimi varmış. Aşıklar da, arkadaşlar da, kardeşler de herkes mutlu mesut yaşarmış. Yaşamanın tek gayesi ise onlar için sadece mutlulukmuş. Huzurun içinde sonsuz boşluğu hissetselerde hallerinden memnunlarmış. Ta ki bir gün gelene kadar...
Günlerden bir gün, dünyanın tam merkezine bir hayal inmiş. Hayal demiş ki "Siz hiç hırs olmadan yaşayıp gidiyorsunuz. Şu yaşamda her şey elinizin altında ve hiç mücadele etmiyorsunuz. Hayalleriniz yok. Zaten her gününüz güzel geçiyor. Ama bu yaşamak değil". Tüm bu insanların arasından bir akıllı çıkmış; ve "Evet, doğru söylüyor. Her günümüz aynı, her gün aynı şeyleri yapıyoruz; hep gülüyoruz demiş. Ben çok sıkıldım bu monotonluktan" diyerek isyan bayraklarını çekmiş. Sonra aradan bir, iki kişi daha çıkmış. Ben de karşıyım demiş bu düzene. Ardından bir başkası daha... Ve bir başkası daha... Sonra hayal demiş ki "O zaman gelin benim peşimden. Size sonsuz güzelliği vereceğim; artık hiç sıkılmayacaksınız". Böylelikle hayatlarına düşmanlık girmiş. Acı girmiş, hüzün girmiş... Aşıklar ayrılır; kardeşler kapışır; arkadaşlar savaşır olmuş. Dost bildikleri sırtlarından bıçaklar olmuş birbirini. Oysa eskiden ne kadar huzur içindeydi hepsi. Ve her şey ne kadar masumcaydı. Şimdi ne var ne yoksa hepsinin yeri değişti. Her şey yerini kötülüğe bıraktı.
Biz insanoğlu böyle varlıklarız. Küçücük şeylerden mutlu olmayı bilmekten kimi zaman çok uzağız. Sıradan hale gelen her umut, her sevinç, her güzellik gözümüze bir arpacık gibi batmakta. Sanki bir şeyler var sürekli türüyor; sürekli vücudumuzun her bir katmanını tarayıp, yutuyor. İçine çekiyor adeta... Sanki kocaman kara bir delik gibi...
Soyutlayamıyoruz kendimizi düşmanlarımızdan... Dışarı çıkıp bağırmak istiyorsunuz; deli deli bağırmak istiyorsunuz. Ya da bindiğiniz otobüsün, vapurun, minibüsün içinde, hemen yanıbaşınıza oturmuş olan ve ilk kez yüzünüzü gördüğünüz o insana, bir anda saldırmak istiyorsunuz. Size ters bir davranışı mı oldu peki? Hayır! Ama içinizden bunu yapmak geliyor ansızın. Özellikle metropol şehirlerin işte bu ikinci yüzü sizi çekip, koparıyor masumluktan ve de iyi niyetten. Oysa ki hayat keşke annelerimizin bize küçükken söylediği ninneler gibi olsaydı. Düşlerimiz olsaydı; yeşilliklerin için de koşturan çocuklar olsaydı; televizyonlar her gün bize yeni yeni felaket haberlerini ulaştırmak zorunda kalmasaydı. Bizler sadece hep iyi olan, hep güzel olan konular hakkında konuşsaydık. Keşke sıkılsaydık da yaşamdan bize verilmiş olan en kötü duygu, sıkılmak olsaydı.
Soruyorum sizlere de okuyucularım, yanılıyor muyum? Yanlış mı düşünüyorum ben. Nefes aldığım her dakikanın hesabını verirken, daha nelerin hesaplarını veriyoruz şu dünyada. Kafamızda türlü türlü, binbir tilki dolaşırken, nasıl rahat ediyor ruhumuz, aslında bir köşede öylece hayalleri beklerken. Şahsen benim ki etmiyor. Benim ruhum sırf bu yüzden beni taşıyamıyor. Çünkü bazen insanların bu kadar kötü olmasını, bu kadar yardımsever olmamasını ve de güçlü olan yüreklerini kullanmamalarını anlamıyorum. Sonsuza kadar da anlamak istemeyeceğim sanırım.
Bu yüzden de huzurun ve mutluluğun resimin çizsin biri bana... Çünkü daima ona bakıp, umut etmeye küçücük yüreğimle ben devam edeceğim.
BURCU ÖZDER
Yorumlar